
Birçok kişi yazmanın en zor kısmının doğru kelimeyi bulmak olduğunu sanır. Oysa gerçek
savaş, çoğu zaman daha klavyeye bile dokunmadan başlar. Bize özgü sandığımız, “şimdi
yorgunum”, “önce şu çayı içeyim”, “bugün ilham gelmedi” gibi bahaneler, aslında kolektif bir
direncin tezahürüdür.
Steven Pressfield bu içsel engeli “Direnç” diye adlandırıyor. Küçük
görünse de sinsi, sessiz ama oldukça güçlü bir düşman.
Direnç; ilhamdan önce gelir. Hatta ilhamı kovalayan köpeğin tasması gibidir. Masaya
oturmazsak yaratım gelmez. Gelmeyecek de. Çünkü yaratım, konforun değil disiplinin
çocuğudur. Pressfield’ın deyimiyle: “Amatör, ilham geldiğinde yazar. Profesyonel, her gün
oturur, ilham gelsin ya da gelmesin.”
Kulağa soğuk gelebilir ama aslında teselli edici bir tarafı var: İçimizdeki bu karşı koyma hali
anormal değil. Tüm yaratıcılar aynı düşmanı tanıyor. Çizer, besteci, yönetmen, metin yazarı
fark etmez. Herkes bir şey üretmeden önce bulaşıkları yıkamak istiyor. Belki de bu yüzden
çoğumuz hiçbir zaman “gerçekten” başlamıyoruz.
Peki çözüm ne?
Pressfield’a göre çözüm; kutsal bir ciddiyetle masaya oturmak. Yazıyı
“mesai” gibi görmek. İlhamı romantize etmeden, üretmeyi profesyonelleştirmek.
Yani yazma eylemini ruhsal bir terapi gibi değil, bir sorumluluk gibi ele almak. Yazmak, bir içsel
dağcılıksa, ilk tırmanış ayakkabıyı giymekle başlıyor.
Bu yazıyı yazarken kendi bahanelerimi düşündüm. Bana özgü ve biricik olmayan
bahanelerimi… “Önce ortalığı toplayayım sonra yazarım” ya da “Daha iyi bir fikrim olunca
yazarım…” Bunların her biri dirençtir.
Ve evet, bazen direnç kılık değiştirir.
Bizi mantıklı gibi görünen başka işlerle oyalayarak yaratımı erteler. Ama oyalandığımız her
gün, anlatılmamış bir hikâyeyi daha toprağa gömeriz.
O yüzden ilham perisi gibi saçmalıkları beklemek yerine yapmak gereken tek bir şey
olduğuna inanıyorum: Masaya oturmak.
Belki tek bir satır yazarım, belki beş sayfa. Belki hiçbir şey çıkmaz. Ama ben masaya
otururum ve savaşın yarısını kazanmışımdır bile.
Sana da tavsiyem bu: o masaya otur.
Gökçe Tezdoğan